Tanımalı insan benliğini..

 Hepimiz cenneti yaşadık bir meleğin vücudunda, dünya, sınav, kibir, nefret vs. bilmeden. Kimimiz dualarla geldi bu âleme, kimimiz beddualarla; kimimiz ailesine cenneti getirdi, kimimiz cehennemi; kimimiz zenginliğe açtı gözlerini, kimimiz yoksulluğa.

Garip değil mi sizce de? Anne karnında sudan vücut buluyoruz, tüm canlılar gibi. Belli bir süre sonra dış dünyaya açılıyoruz. Bir zaman kendi kendimize konuşuyoruz ( Şeker Portakalının sahibi Zeze gibi). O zamanlarında hiç düşünen olmuş mudur acaba, dünyaya geliş amacını. Hiç yokken bir anda var oluyorsun, hiç gitmeyecek sanıyorsun ama bir anda toprak oluyorsun. O kadar servet, o kadar eş dost, o kadar mazi, o kadar heves; hepsi bir günde uğurluyor seni ebediyete. Seni sinir eden şeyler, nefretin, kinin ve dahi her şeyin bırakıyor seni toprağın altına. Görüşmek üzere bile diyemiyorsun; kiminin aciz kaldığı, kiminin sahibi sandığı, kiminin kahpe bildiği, kiminin yandığı ve hepimizin geçtiği bu dünyaya.

Bizler hayatın çok zor olduğundan yakınır dururuz. Keşke diye diye ömrümüzü tamamlarız; huzuru meyhanelerde arayanlarımız gibi, ahlar içinde çırpınan kader mahkûmları gibi. Heveslerimizin bizi esir aldığı bu dünyanın gelip geçiciliğini ancak ölüm meleğini görünce anlayacağız. Gerçek doğruları ancak o zaman göreceğiz.

Şüphesiz ki herkesin zihin yapısı farklı oluyor. Basit bir cümleyi, herkes farklı çevirir kendi zihnine. Bir kelime herkes için farklı anlamlar taşır, bazı rakamlar gibi. Evet, farklılıklarımız zenginliklerimizdir. Ama biz farklı olamıyoruz, korkuyoruz, korkutuluyoruz çünkü. Neyden mi? Sefaletten, ölümden…
Hayatta her şeyi bir sıraya koymuşlar. Doğmak, büyümek, okumak, çalışmak, evlenmek, ev ve araba almak, torun sevmek, emekli olmak ve köye yerleşmek. Belki de bu sırayı bozmak korkutuyor ailelerimizi ve bizleri. Fikirlerimiz ne kadar farklı olsa da hayatlarımız hep aynı olmuyor mu o zaman.

Zihinlerimiz bizim kalemiz ise irademiz benliğimizdir. Günümüz dünyasında bu kaleye çok fazla seyyah, tüccar, bilgin vs. giriyor. Beraberinde hoş sözler, güzel gözler, çok paralar, bin bir gece eğlenceler ve kimsenin farkına varamadığı ilimler getiriyorlar. Benliğimize fark ettirmeden binlerce yılın verdiği ustalıkla zihnimizi kiralıyorlar yok pahasına, nefsimizi dünyanın güzellikleriyle kandırarak. Kalemiz fikriyatından, özünden, kurallarından kopuyor zamanla. Benliğimiz, kendinin belirlediğini sandığı yasaların esnetilmesinden rahatsız olmamaya başlıyor, şehvet uğruna. O şehvet ki, bazen zina, bazen kibir, bazen de kendini tanrı sanan firavun kılığında, fink atıyor o muhkem kalenin burçlarında. İşte bu kadar kolaydır, o kaleye hâkim olmak.

 Nefisle mücadele edilmez, nefis terbiye edilir.

Hal böyle derin iken, insan sormaz mı kendine? Kendin bulmak için ne eylemeli insan? Kendini nerede aramalı insan? Kendini, kimlerle tanış etmeli insan? Kendine kimleri dost, kimleri düşman eylemeli insan? Her güzel göze, her hoş söze nasıl kalkan germeli insan? Kendisini övenlere, beni övüp belimi kırmayın nasıl demeli insan? Kusurlarımı, kalbimi kırmadan bana söyleyin diye nasıl demeli insanlara, insan? Uğradığı iftirayı, nasıl Allah tarafından hediye olarak görmeli insan?  

Derinlere dalmak tehlikelidir, boğulursun diye ikaz ederler bizleri. Söyleyenler, bilmezler mi? İmkânın sınırlarını tanıyabilmek için imkânsızı denemek gerekir. Derinleri tanımanın imkânı ne zor ne de kolaymış. Tüm sır bendeymiş, benliğimizdeymiş. Tüm sır görebilmekte, duyabilmekte, hissedebilmekteymiş.

Gelin derinlere talip olalım, gelin imkânsızlıklara talip olalım, gelin gerçek olana, Âli olana talip olalım.

 





Volkan Yıldırım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sünnet üzre yaşamak

  Allah azze ve Celle hayırlısını isteyen kullarına; şüphesiz en doğruyu, en güzeli ve en iyiyi hayırlı kılmamış mıdır? En doğru, en güzel, ...